Yavaş Köşe: Neoliberal kampüslere karşı direniş

Yavaş Köşe: Neoliberal kampüslere karşı direniş


Prof. Simten Coşar, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (BA), 1990

Neoliberal zamanların yamacındayız -bir taraf yamaç paraşütüne uygun yükseklikte, diğer taraf silme kayalık; şu dağları, ormanları, bitki dokusunu mahvederek açılan yollarda, minimum 140’la sürelim, bol bol yakıt harcayalım, geçtiğimiz mahallere yabancılaşalım, her yol birbirinin aynısı olsun da bulunduğumuz yeri salt navigasyondan bilelim…

Neoliberal hız tam gaz devam ediyor. Dünya genelinde, özellikle son yirmi yılda gündemden düşmeyen, COVID-19 pandemisiyle daha da şiddetlenen akademik güvencesizlikle seri bilgi üretimi başat gidiyor. Fordist kapitalizmin liyakatla gerekçelendirdiği rekabet halleri bugün, neoliberal kampüslerde kişisel yatırım -kaynağını kendi yaratan akademik profilinin pompalanması- performans, proje olarak araştırma -projecilik- süreğen görünürlük seri yayın süreçleriyle işliyor. Liyakat ortadan kalkmadı; aksine bilgiyle bitmek bilmez bir hırs ilişkisi üzerinden tanımlanıyor: Soluk almak yok; hep performans, hep yazmak, hep yayın -okunmayacak yayınlar yapmak; okumadan yayın yapmak…

Fotoğraf karanlık; flaşı bir türlü tamir edilemeyen bir kameraya mahkûm akademisyen portreleri neredeyse artıyor. ABD’de ve Kanada’da pandemi öncesinde ders başına ücret formunda çalışan akademikler (adjuncts) –ki, tam zamanlı akademiklerin büyük bir kısmı için salt eğitici, akademik kriterler açısından yetersiz görülüyorlar– pandemiyle birlikte sarsılan üniversite bütçelerini dengelemek için ilk gözden çıkarılanlar arasındalar. ABD’de bu daha kolay, zira bir iki istisna dışında yarı zamanlı eğiticilerin sendikalaşma hakları yok. Sendikalaşmakta ısrar edenler zaten dönemlik sözleşmelerle çalıştıkları için rahatlıkla işten çıkarılıyorlar. Kanada’da ayrı sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık hakkına sahip olan sözleşmeli eğiticiler de (contract instructors) tam zamanlı akademiklerin bir kısmının gözünde akademik standartların altında oldukları için geçici sözleşmelerle çalışıyorlar -diğer bir ifadeyle, yeterli performans düzeyine sahip değiller; yayın yapamıyorlar; araştırmacı kumaşından yoksunlar. Neoliberal şeyler düzeninde böl-yönet formülü hâlâ işliyor. Bu nedenle pandemi döneminde farklı ülkelerde adjunct, contract instructor, yarı zamanlı eğiticilerin seri bir şekilde işsiz bırakılmalarına üniversite yöneticilerinin gösterdiği gerekçe, bütçe sorunlarının, üst düzey yöneticilerin ve/ya da güvenceli akademisyenlerin astronomik maaşlarından kesintilerle çözülmesi gündeme gelmiyor; gelse de sessizliğe havale ediliyor.

ABD ve Kanada’da akademiklerin bilgi üretim süreçlerine özgürce katılabilmeleri için vazgeçilmez olan çalışma hakkı, iş güvencesi neoliberal kapitalizmin kurallarıyla şekilleniyor. ABD ziyadesiyle vahşi kapitalizmin üniversitelerde yerleşmiş olmasıyla biliniyor.  Kanada ise farklı bölgelerinde farklı uygulamalarla öne çıkıyor. Ottawa ve Quebec’de güçlü bir sendikal örgütlülük ve aktivizm tarihçesi sayesinde akademikler -her seviyeden ve formdan- üniversite yönetimleri karşısında görece güçlü bir konumdalar. Tabii, kamu üniversiteleri için geçerli bu. Öte yandan, muhafazakar yönetimlerin hâkim olduğu bölgelerde, söz gelimi Alberta’da sadece geçici eğiticiler değil, daimi pozisyon bekleyen (tenure-track) tam zamanlı akademikler de sırayla işten çıkarılıyorlar -yine, bütçe sorunları gerekçesiyle…

Türkiye’nin yükseköğretim sistemi neoliberal sürece 1980 darbesiyle girdi. Her şey hemen olup bitmedi. Mevcut devlet üniversitesi sistemlerini neoliberal şeyler düzenine alıştırmak için yaklaşık yirmi yıl geçmesi gerekti. Alışması kolay olanlar, zor olanlar; uzun sürenler oldu. Türkiye’de devlet üniversitelerin çoğunluğu kelimenin tam anlamıyla kapitalist devletin üniversiteleriydi; yurttaşların biraradalığına işaret eden kamusallıkla bağları hep zayıf oldu. Pek tabii, bu konuda birkaç istisna vardı, bugün hâlâ var. Boğaziçi Üniversitesi tarihçesinin diğer devlet üniversitelerinden olumlu/olumsuz farkları kamu üniversitesine yaklaşmasını sağladı -pek tabii, tüm yurttaşlara eşit açıklıkta, eşit mesafede değil. Liberal kamuların elverdiği ölçüde fırsat eşitliğine bağlı bir açıklık/tı söz konusu olan.

2021’in başından itibaren, Erdoğan başkanlığında AKP yönetiminin külliyen keyfî ve dolayısıyla yirmi birinci yüzyıl faşist uygulamalarına örnek teşkil edecek şekilde, Boğaziçi Üniversitesi’nin anayasal güvence altında olan özerkliğine yönelik saldırıları -yönetim düzeyinden, toprak gaspına, öğrencilerin, çalışanların ve akademiklerin kampüs içerisindeki haklarının tamamen yok sayılmasına ve polis şiddetine kadar uzanan- kamusala özgü ortaklığın akademik bilgi alanlarında yeşermesine alan açan bir üniversitenin gaspı, kamusalın gaspı olarak okumak mümkün. Neoliberal devletin, şirket devletinin, Korkut Boratav’ın ifadesiyle artık neoliberalliği de aşacak düzeye gelen ‘gaddarlık düzeni’nin işletilmesinde başat aktörlüğe soyunduğu bir dönemdeyiz. Faşist an’larda bilgi üretim süreçleri, akademik/entelektüel iştigali sessizleştirir, söndürürler. 2015’ten bu yana üniversitelerde yaşanan kitlesel tasfiyeler ve bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde tanık olduğumuz şiddet ve baskı ortamı böyle anlardan.

Ama umut hep var. Hem bu ülkede hem diğer ülkelerde… Öğrencilerin direnişinde, akademiklerin grevinde, çalışanların boykotunda. Yeter ki, direncimiz hep olsun; yeter ki, tarihin akışının, neoliberal yalanın aksine hiç de hızlı olmadığını hatırlayalım.